30 Ekim 2010 Cumartesi

Beyaz Gül...

ne kadar çok birikti hayatın içinden geçen ve süzgecin üstünde kalanlar... büyük olan parçaları çoktan suya geri fırlattık bile... kaldığımız yerden devam etme çabasındayız... kaldığımız yerden devam etmek zorundayız... devam etme iradesinin kırılmaması noktasındayız...

o nokta ki, birden ünlem oluyor şaşkınlığımızı ve çığlıklarımızı dile getirmek için, sonra virgül oluyor olanları sırayla anlatmak için, sonra "üç nokta" kader diyebilmek için... ve noktamızı alıyoruz "çok şükür."ümüzün sonuna yerleştirmek için...

üç ay oldu annemler kaza geçireli, geçirdiler çoktan, geçti geçti... herşey için çok geçti... keşkeler için de çok geçri... ama hayattalardı... nefes alıyorlardı... babamın omzu kırılmıştı da annemin durumu çok ağırdı... şöyle bir ayağa kalksa Ankaramıza dönsek, eve gitsek, evimize... biraz sabır... 16 günlük hastane evresinden sonra eve çıkış...

bu kadar mı sadece üç satırda mı anlatılırdı bu 3 ay... anlatılamıyordu işte, hep üç noktayla biten cümlelerden belli. bir yumru boğazda... ama dediğim gibi geçti geçti...

***
ben annemi o kadar çok seviyorum ki,
annemden daha geç ayrılmak için geç doğmuşum ben...
annem tembelliğime verse de...
ben annemi o kadar çok kokladım ki,
birgün evlenip gittiğimde kokusu burnumda tütsün diye,annem sadece öptüğümü sansa da...
ben anneme o kadar çok sarıldım ki,her an elimden kayıp gitme olasılığını bilir gibi,
annem hasret giderse de...
ben anneme öyle bir bakarım ki,
her zerresini ezberlercesine,
annem de karşılığında şevkat dolu gözlerle baksa da...
ben annemi o kadar çok kıskanırım ki,
kalbinin tümünü c harfiyle doldurmak istercesine,
annem öğrencileri için tüm alfabeyi kalbine sıkıştırsa da,
ben annemin elini o kadar sıkı tutarımki,
beni hiç bırakmasın diye,
annem benim elimi daha sıkı tutsa da...
annem beni salıncakta öyle bir sallardı ki,
uçururcasına,
düşme ihtimaline karşı kollarını açarcasına...
o kolların arasına sararcasına...
sarıpta koynunda uyuturcasına...
ben annemin koynunda öyle bir uyurumki,
bebekler gibi mışıl mışılcasına...
annem saçlarımı öyle bir okşar ki,
saçlarım ellerinde ipekleşir sanki,
onun elinin değdiği herşeyi güzelleştirdiği gibi...
benim annem öyle bir güler ki,
hep gülsün isterim...
hep gül sen annecim...
öğrencilerinin sana dediği gibi,
sen beyaz bir gülsün...
hep beyaz...
hep gülen...

20 Haziran 2010 Pazar

bana bir masal anlat...baba...

ben senin elini hiç bırakmayacağım....
biliyorum sende benim elimi bırakmayacaksın...
benim baba evimin kapısı hep açık kalacak...
içinde annem ve sen elele bizi bekliyor olacaksınız...
çocukken, yolda yürürken,
beni doktora götürürken,
sadece bir parmağını tutardım...
tüm elini neden vermediğini anladım...
çünkü sıcacık ellerinin içi...
alışırdım, çıkamazdım ordan...
şımarık bir kız olmamın sebebi sensin,
sen de şımarık bir babasın kabul et...
dedecim de seni şımartmış...
şimdi sen ve ben babasız mı kaldık babacım...
babaların babasını anmadığımız gün yok babacığım...
onun gömleklerini, pantolonlarını giymeye devam et babacığım..
onun gözlüklerinden bak bize...
bak ki bende onu göreyim senin gözlerinde...
seni ne zaman şaşırtacağım ben babacığım,
belki dede olacağının müjdesini verirsem,
yok yok gene şaşırmazsın sen,
"doğa kanunu" dersin...
evli ve çocuklu boşuna dememişler dersin...
ama sen beni hep şaşırttın babacığım,
buna ne diyeceksin...
bana org aldığında,
eve bilgisayar aldığında,
pastanemizin zamanında şekilli pastalar yaptırdığında doğumgünlerimizde,
beni istemeye geldiklerinde heyecanlandığında,
ve verdim gitti dediğinde,
karikatürü sevdirdin,
FIRT ve GIRGIR ile tanıştırdın,
sıradan değilsin babacığım,
otorite simgesi değildin sen babacım,
benle birlikte otoriteye! karşı gelensin sen,
düşünmeden konuşmamın sebebi de sensin,
şimdi anladım,
çünkü sen de pat diye herşeyi söyleyensin,
hiç susma babacım...
ne kadar çok kitap okumuşsun,
ne kadar çok film izlemişsin,
ne kadar çok şey biliyorsun,
herşeyi bilmeye devam et,
sofrada en olmadık fıkraları anlatmaya devam et,
anneme karşı haksız olduğunda,
desteğim için gözlerini bana dikmeye devam et,
ankara havasına dayanamayıp oynamaya devam et,
sen...
devam et babacım...

13 Haziran 2010 Pazar

ŞEKERLEME TADINDA TEKERLEME


içimde bir romantiklik var ki anlatamam... Anlatamam desemde anlatacağım...

Son 6 senedir, mayıs ve haziran aylarında yoğunlaşmak üzere, "ve ösym KPSS'yi yarattı" diyerek ders çalışıyorum. Çevremde bilmeyen yok...
İşsiz miyim hayır değilim, İşimden memnun muyum, her fırsatta söylediğim gibi hepimizin bildiği gibi hayır değilim, peki ben delimiyim, hmmmm biraz evet...
Dersler ve KPSS ile ilgili düşüncelerimi başka bir yazımda anlatmam gerek, bunlarla ilgili bir sorunum kalmayınca söz yazacağım, şöyle dayalı döşeli, dipli köşeli, allı morlu... sadece ne dersi diye bir parantez açayım dedim, kontrolümden çıkıp beni etkisi altına aldı...
***
Konumuza dönelim diyeceğim ama sadece kafamı biraz toparlamak için yazıyorum, birazdan test çözmek için masama geri döneceğim, ama şu anda yazıyorum parmaklarımı şıklatıyorum, dirseklerimden aşağıya birşeyler iniyor, karınca gibi, ellerimin üstündeki damarlar şişiyor, kan beynime toplanacağına ellerimde toplanıyor... can geliyor... konusuz gibi görünen ama her konudan bahseden, her konuymuş gibi görünüp aslında tek bir şeyden bahseden... hep söylemek istediklerini ağız dolusu söyleyebilen, avuç dolusundan yürek dolusuna dönüşen, aslında herşeyi söyleyemeyen...
***
Ders çalışırken ara verdiğimde -ki bu ara şu zaman oluyor- ya birşeyler okuyorum, ya da bir şeyler yazıyorum... nereye mi yazıyorum... Melih'e kısa mesaj şeklinde yazıyorum...
Sonra bir daha ki ara verdiğimde biriyle konuşasım geliyor... Kiminle mi konuşuyorum... Melihe telefon açıyorum... Onunla konuşuyorum... Özlüyorum, ama bu benim moralimi de bozuyor... kuru bir özlem silsilesi değil yani... garip birşey...
***
daha geçen hafta burdaydı... üç hafta sonra bir daha gelecek... sonra gidecek bir hafta sonra bir daha gelecek... ama bu sefer geri gitmeyecek... gelgit olayını abarttım sanki mi ne?
Sonra TATİL...
kulağa ne hoş geliyor... sadece kulağa değil ruhuma da iyi geliyor...
ama ben bunlar hemen olsun istiyorum... günler çabucak geçsin... hemen gelsin..
sonra zaman biraz yavaş geçsin... haftasonları planlar yapmaktan geberelim... hiç pazartesi olmasın mesela, hergün cuma olsun... hergünümüz şu anda yediğim kendi uydurduğum, katı mikshake tadında olan, dondurmalı sütlü çilek püresi gibi hiç bitmeyecek gibi olsun... ağzımızın tadı hep böyle olsun...
***
yazıma başlamadan önce içimdeki romantiklikten mi bahsetmiştim...
ya ben romatikliğin ne anlama geldiğini bilmiyorum, yada içimdeki şeyin ne olduğunu betimleyecek bir kelime lugatlara daha yerleşmedi... eğer olsaydı mutlaka bu kadar çok yazmışken o kelimeyi de benimkilerin arasına yerleştirirdim... kendini yabancı hissetmezdi... benim kelimelerim onu yuvasında hissettirecek kadar benimserlerdi "o" nu...
BEN SENDEYİM,
BENİ BANA VER,
SEN BENDESİN,
SENİ BANA VER,
BEN SENİNİM,
SEN DE BANA GEL,
BEN SENİNLE,
SEN BENİMLE,
BEN SENLİ,
SEN BENLİ,
SENLİ,
BENLİ,
BENİMLE BİRLİKTE,
BANA GEL...

16 Mayıs 2010 Pazar

Kalbimin yarısı Karadeniz'de...

İş nedeniyle Trabzon'da, bende eş nedeniyle annemlerdeyim... Garip bir duygu sanki hiç gitmemişim gibi bu evden. Bu sene son kez bir ders dedim, ama odaklanma sorunu yaşıyorum, biraz içimi dökeyim öyle dersin başına geçeceğim, aklım yarın pazartesi bir sürü iş var zırzavatları ile dolu... Ben pazar geceleri ve pazartesi sabahı mideme kramplar sokmayacak bir iş istiyorum...
Nereye kadar... Sistemin içine girdimi bir daha çıkamıyorsun, sahil kenarında, ya da doğa ile içiçe bir hayat eminim daha mutlu eder... Yanımda sevdiğim adam... Zaten şu anki koşturmalarımızın varacağı son nokta, ilerde sakin bir hayatım olsun, çok yer göreyim, çok yer gezeyim, değişik tatlar tadayım isteklerinin son noktasıyla birleşiyor. Ama hayat bitiyor, eninde sonunda her düşünce "sağlık olsun"a varıyor...
Hakikaten çok şey yapmak istiyorum, hayatı yaşamak istiyorum, şimdi tadını çıkarmaya çalışıyoruz, iş dışında her şey yolunda zaten...
Mükemmel arkadaşlarım var bir pazartesi akşamını cuma akşamı gibi yaşadığım...
Şirin bir adamım var bir pazartesi sabahını, pazar kahvaltısı gibi süsleyen...
Çok umutsuz ve mutsuz olmayayım değilmi?
Herşey düzelecek değil mi?
Bu günler geçer değil mi?
Yeni yılda yeni bir iş değil mi?
Bu yıl biter değil mi?
Ben en iyisi susayım da Bozcaada'nın duvarları konuşsun... (balayı fotoğraflarından)

4 Nisan 2010 Pazar

Ben, senin ayakkabında bir kuşun ekmek kırıntısı yiyebilme ihtimalini sevdim...

Cumartesi sabahı kalkılır, bir kurumun sınavına girilir, sonuç hüsrandır ama daha haberi yoktur. Sınav yeri Gölbaşında olduğundan oradan, Eymir gölü tesislerine gidilir. Bir güzel yürünür, derin konulara girilir. Kocasının işyerinde Bihter'e benzeyen bir dişi şahsın varlığından bahsedilir. Karısının yüreği hop hop eder. Bahar dalları arasında fotoğraf çekilir. Kokusuz olması hayal kırıklığına uğratır. Mideler kazınır. Göl kenarındaki minderlere sere serpilir. Ekmek arası uskumru yenir, bol soğanlı bol malzemeli, şalgam suyu yanına da... Bu sırada Alfred Hitchcock'un anısına ithafen, "kuşlar" tarafından etrafımız sarıldı. Kocası arsız kuşları kendi tarafına çekmek için, ayakkabısından dizine kadar, ekmek kırıntılarını dizer. Karısı bu ufacık şeyle bir kez daha hayran kalır ona. Aslında o dünden razıdır hayran kalmaya, bu sadece bir bahanedir.


Masal konuşma balonundan çıkıp, anlatmaya devam edelim. Eymirden sonra Bahçelide neredeyse her haftasonu yaptığımız gibi, Trivial Pursuit oynadık. Bu kez sadece ikimiz. İkimizinde yenilgiye tahammülsüzlüğü bizi zorlayacak gibi geldi ama oynadığım en güzel oyundu. Parantez : Genel Kültür oyunu... biz çok zevk alıyoruz... oynadıkça, soruları duydukça insanın gezesi, göresi ve okuyası geliyor... ne zaman sıkılırız??? bilmem...

Nitekim Pazargünü de aynı yoğunlukta devam etti. Lazerball, Ankara Barosu lokalinde yemek, A.O.Ç. de dondurma... Bir daha A.O.Ç.'ye gitmeme fikrinin canlanması... Annemleri ziyaret... Annemleri ziyaret demek, internet demek aynı zamanda... ve şu anda blog yazıyorum... Buradan da beni internetsiz bırakan kocama sesleniyorum... 2 ayda bir blog yazmak istemiyorum... Daha da bir şey söyleyemiyorum, çünkü çok da aramıyorum, çünkü bütün gün pc ye bakıyorum, çünkü halledecek biliyorum...

İş demişken, klasik pazar gecesi mide kramplarım başladı, bunu ütü yaparak dindirmeyi düşünüyorum... Keşke cuma'dan yapsaydın dediğini duyar gibi oluyorum... Sabahda klasik mide bulantılarım olacak... Kahvaltı edilemiyecek... Bu sene bu iş konusuna bir hal çare bulunacak...

birde "seni 62'ye geri çevireyim mi?" sorusunu sorduğum tavşanı sizinle tanıştırmak istiyorum... Bizim özümüzdeki sayı nedir? Bunu ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz..

2010 yılımızın 14. haftası her türlü olumsuzluğa rağmen iyi geçsin...

31 Ocak 2010 Pazar

Mustaaaaa.....

Bugün onunla ilgili yazmak istedim, dedemin gözlüğüne cam yaptırıp takan, içten içe onu özleyen ama bunu dışa vurmak istemeyen babam hakkında..
Bugün onun ne doğumgünü, ne de babalar günü biliyorum..
Ama bugün ondan bahsetmek istedim..
Resimlere bakmayı çok severim ben, dijital olsun olmasın... ama en güzelleri siyah beyaz, eski olan rutubet kokan, anı dolu olan, hakkında yazı yazdırabilecek resimleri çok severim..

Onun "ilk" farkına varmam , anlattığına göre askerden geldiği zaman güneşten yanmış yüzünü gördüğüm zamanki sağlam çığlığım ile perçinlenen andır. Daha sonra yaptığı sürprizlerin bir başlangıcı oldu diyebiliriz:)
Yürüyüşlerde bana tüm elini vermezdi, sadece bir parmağını tuttururdu, onun için tek olduğumu hissettirmek içindi herhalde...
Hiç mini eteğim giymememe rağmen, bana mini etek hediye edendir o... kadife, siyah, askılı bir mini etek, beraber gezerken Karum'da almıştık...
Ben paten sürebileyim diye, Cinnah caddesinin başından Kuğulu parka kadar elimden tutup beni cesaretlendirendir o...
İkinci sınıfta gözlüklerle tanışıp, şok olduğum zaman babamında gözlük kullandığını hatırladığımda içimin rahatlamışlığı vardır...
Ama en çok pastanemiz varken, bana dondurma hazırlayışı ile hayran bırakmıştır kendine... kolunun bütün damarları çıkardı bana kocaman dondurmayı koymak ve doya doya yememi sağlayabilmek için...
Yılbaşlarında en güzel kütük pastayı Ali ile bana ayırandır o...
Tam bir İstanbul hayranıdır, kendisi... Üniversite yıllarını İstanbul'da geçiren, yakışıklı bir damat ferit olayıdır... Onunla İstanbulda gezmek çok eğlenceli...
Beni okula farklı arabalarla bırakandır o...
Farklı işkollarında çalışsa da özünde "mühendis" olandır o...
Mühendis olmasından mıdır bilinmez, elektronik eşyalarla arası çok iyidir, cep telefonunu ilk kullananlardadır ve hala ilk numarasını kullanarak-bence-rekor kırmak üzeredir... Kaç telefon değiştirdiğini takip edemedim bile... O bizim hep "ayranı yok içmeye" deyimimizin tamamlayıcısıdır. O benim bu tür şakalara gülen biricik babacığımdır...
Ne istesem yapan babamdır o... Gecenin bir yarısı Şili meydanında kokoreç yediğimdir... Beni hangi arkadaşımın evinde kalsam, hangi ücra köşelere gitsem alıp, eve getirendir...
Hadi yapalım dediğim zaman "hayır" demeyendir. Ama bu iki uç arasında annemle gözgöze gelmemelidir. Orada doğru eksenden çıkabiliyor bazen:)
Bana direksiyon dersi veremedi tam olarak bir türlü... O da benim zamansızlığım ve "beceriksizliğimden kaynaklanıyor." Ama dediği gibi, "dur-kalk" çalışmam lazım:)
Okumadığı kitap, İzlemediği film yoktur, herhangi bir fikrinin olmaığı konu yoktur...
Ben babamın hiç şaşırdığını görmedim, çünkü o herşeyi bilmiş oluyordur zaten... Evet evet, babamın gözlerinin faltaşı gibi açıldığını hiç görmedim, hep şaşıran taraf karşısındadır...
Sen hiç şaşırma babacığım...
Şu anda salonda anlattığın gibi hikayelerin ve anıların hiç bitmesin, ne çok anlatacağın şey varmış babacığım...
Yaşlandın babacığım, ama ihtiyarlamadın emin ol...
Yanakların tombullaştı...
Öpüyorum o yanaklarından...

15 Ocak 2010 Cuma

MELİH+CANDAN=11 OCAK

Bu matematiği devam ettirecek olursak, 11+11=22, bu da Melihin ilkokul daha sonrada lise numarasıymış... bilmeyen kalmamıştır gerçi benim arsızlığımla ama söylemeden geçemeyeceğim bir şey varsa o da kocam ile aynı gün doğmanın şerefini yaşamaktaolduğumdur... benden bir sene önce doğmuş, sonra beni beklemiş... ufacıkmış, tefecikmiş, hatta 5 kilo falanmış... büyümüş beni kendine aşık etmiş... aşağıdaki yazıyı da doğumgünü yazısı olarak maillerimi açtığımda şaşırayım diye yazmış... ne güzel de yazmış...
konuk yazar davet edecek raddeye gelmedim daha ama "baştacı yazar" olarak iznini alarak, yazdığı elektronik postayı yayınlamak istedim... aman pek iyi ettim...

Sen doğduğunda;
benim yüzümde candan bir gülümseme oluşmuş ben bir yaşındayken ve o günü dün gibi hatırlıyorum şimdi.
o gün
buluttan ayrılmak üzere olan yağmur taneleri bulutta, yere düşmek için acele edip kar tanesine dönüşenler ise havada asılı kalmıştımasum bir şekilde birbirlerine bakarak.
o gün
bir sonraki sensiz durağa göç etmek için kanat çırban binlerce kuşhareketsiz kalmıştı kar tanelerinin yanında, liderlerinin arkasında ama,çığlıklarını duyabiliyordum onların
o gün
öleceğini bildiği halde görmeden aşık oldukları güneşi görmek için korkusuzca karlar arasından ortaya çıkan kardelenler güneşi gördüklerinde boyunlarını bükmediler ve ölmediler.
o gün
(buna inanmayacaksın biliyorum)elma ağaçlarımız çiçek açmıştı,daha sonra meyveye dönüşen gariplik vardı,evet evet yarımdı o elmalar hatırlıyorum.bütün bunlar olurken gökyüzü karanlıktı biliyomusungökyüzünde hiç yıldız yoktu ama her yer ay dedeler ile doluydu.
ve
o gün bütün bunlar olurken ben yüreğimden özgürlüğe bırakmışım ilk kelimelerimi
sen doğmasaydın;
kardeşinin; kendisini seven,herşeyini paylaşabildiği güzel bir cadısı olmayacaktı
anne babanın, peşinde koşturduğu birşey yaptırmaya uğraştığı,kucaklarından indirmediği folklor oynarken izledikleri yuvarlak gözlüklü tatlı yavruları olmayacaktı
dedenin, kendisini sürekli öpen, kucaklayan, kızdıran torunu olmayacaktı
annanne ve babannenin, kendileri ile onlar gibi konuşmaya çalışan, ağızlarından komik cümlelerin dökülmesine neden olan sorular soran şirineleri olmayacaktı
pembe panterin koltukta kendisi gibi yatıp uyuyan bir arkadaşı olmayacaktı
ve benim
bütün bu doğa güzelliklerini görmem mümkün olmayacaktı
üniversite sonrası vurulduğum, az da olsa peşinden koştuğum, evlendiğim,iyiki de evlenmişim dediğim
yanında olmaktan keyif aldığım,
yanında istediğim gibi davranabildiğim,
kahkahalarla güldüğüm,kavga edebildiğim,
birlikte yaşlanmak istediğim,
sürdüğü arabasına binmek istediğim,
otuz üstü olmasını beklediğim
iyi giyinen,aklı başında,ailesine bağlı, güzel, çılgın, tatlı, şirin,
gözlerinin içi gülen, keyifli,
deli yoldaşım olmayacaktı...ne kötü...
ama iyiki varsın
iyiki doğdun
iyiki doğduk
iyiki sensiz değilim.
NOT : o da iyi ki var değil mi?

1 Ocak 2010 Cuma

Yalnız Ağaç ve Kiraz Bahçesi

2010 için bir sürü iyi dilekte bulundum, yalnız bir ağaç buldum ve umutlarımın her birini onun dallarına bağladım. 2009 dan düşenleri topladım ağacın dibinden. Dedemi en kıymetli yerde muhafaza ediyorum. Gelinliğimi kutuya, Melihimi başımın üstüne koydum. Yeni işimi bir kenara ayırdım onunla ilgili değişik düşüncelerim var. Yerdekilerin içinde hiç mi çürük yoktu vardı elbet. Onları toprağa karışıp unutulsunlar diye ekosistemin adaletine bıraktım.
Dallara ise yeni kurduğumuz yuvamız ile ilgili en masum isteklerimizi bağladım. İsimlerini burada sayarsam çok uzayacağını bildiğim bütün sevdiklerimize başta sağlık, huzur, mutluluk, başarı ve aşk diledim. Bu kadar çok sevdiğimiz insan olduğu için bir de şükür duası bağladım.

Peki yani yıla nasıl girdik? ÖZETLE:Güzel girdik. Didotti ile Efe sağolsun... Sayelerinde köyün en güzel köyevinde en güzel yılbaşılarımızdan birini geçirdik. Böylece daha öncelerden arabanın içindeyken yeni yıla girilen, ya da sitenin bahçesinde kibritçi kız kıvamında yeni yıla girilen yılbaşı lanetini üfleyerek hudutlarımızdan uzaklaştırmak bulunmaktayız. Elbirliği ile kendimizi lanetleyip aynı beceriyle aynı lanetten kurtulmaktayız. Çünkü Mervenin dediği gibi kardeş olduk artık. Kardeş gibi olalı yıllar oldu hatta.


Geceye başlarken benim işten kaçta çıkacağımın belli olmaması bende hafif bir gerginlik yarattı. Neyseki 19:30 da evdeydim. Melih ile hemen toparlanıverdik. Kürşad ile Merveyi bekletmemeye gayret gösterdik. onları da aldık. Sonra esas kız Didoşu da aldık. Ballıkuyumcudaki köyevlerine güle oynaya vardık ki "güle oynaya" eylemini 1 Ocak 2010 saat 16:00'a kadar sürdürdük. Çok leziz yemekler yedik. Didem "çerkez"inin benim yalancı çerkez tavuğumu beğenmesi küçük bir hediye gibiydi. Çubuklu sosislerimde aynı ilgiyi gördü. Ama meksika salatası, kısır, biber ve lahana dolması, fasulyeli pilav, börekler, zencefilli kurabiyeler... Daha neler neler... Yudum ve Neyir'in yokluğu farkedildi... Pinoş bir geldi pir geldi... Yeni yıldaki "Gelin"imiz o bizim ne de olsa... Mervoşumun elbisesini en güzel elbise seçtim. Yılbaşı hediye çekilişi ise gürültü patırtı içinde geçti. Bir duman bir sis bulutu karmaşa bağırış çağırış... Ortam sakinleştiğinde elimde Yeliz'in aldığı çok manalı bir tişört, birde mikado vardı. Aldığımız Cdlik Efeye çıkmıştı, eldivenler ise Yeliz'e çıktı.

Sabah ezanı okunuyordu uyumadan önce... Uykudan uyanır uyanmaz, temizliğin verdiği dayanılmaz hafifliğin tadına varmak isteyenler, güçlerini birleştirdi ve etraf toplanmaya başlandı. Kahvaltı hazırlıklarıda dertsiz tasasız geçti ve köyün sıcacık yeni yıl güneşi ile sırtımızdan ısına ısına kahvaltımızı ettik. Bende 6 ay fazladan yıl atlama hissine kapılmama neden olan bu limonata havası, ikindi ile birlikte "haydi toplanın da gününüz boşa gitmesin rüzgarı" ile sonlandı. Kimileri sinemaya gitti, kimileride aynen bizim gibi annemlere geldi. güzel b,r akşam yemeği ile birlikte, internete kavuşmanın mutluluğu ile bu 24 saati sizle paylaşmak istedim....

Ve paylaştım... Ve mutluyum... Huzurluyum... 2010'a neler işleyeceğiz merak konusu... Ekinlerin bereketi üzerimizde olsun. Ekelim, sabırla bekleyelim, biçelim, öğütelim, un yapalım, hamurlara şekiller verelim... Bu yazımı da yazdıklarımın en "PASTORAL"i seçelim... veee yazımızı Melihimin en sevdiği şiirlerden biri ile sonlandıralım... Saygılar... İyi Seneler...

boşluğa bulut buluta yağmur, yağmura toprak ne güzel uymuş...

gündüze güneş güneşe tarla, tarlaya başak ne güzel uymuş...

başağa buğday, buğdaya insan, insana emek ne güzel uymuş...

emeğe eylem, eyleme yürek, yüreğe sevgi ne güzel uymuş...

Bülent Ecevit-Uyum

Hoşunuza gidebilecek yazılar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...