31 Aralık 2011 Cumartesi

12 benim uğurlu sayım...

2012. Yarın bize geliyormuşsun, öyle söylediler. Diğer 2011 kardeşin gibi 1 seneliğine geliyormuşsun.
2011 bize bir çok yenilik getirdi.
Alüminyum kaplı bir portakala benzettim ben senin son kardeşini.
Çünkü 2 yıldır değiştirmek istediğim işimi sonunda değiştirdim, o alüminyum kabını 2011'in ilk altı ayı boyunca tırnaklarımla soydum. Yeni işime kavuştum. Portakala ulaştım. Dilim dilim yemek için portakalı böldüğümde, yüzümüzü güldüren bir yavru portakal tanesinin varlığını keşfettik. 2012 ye 12 haftayı tamamlamış olarak gireceğiz. 2 düzine hafta daha geçeçek, bir de 4 hafta daha sonra çekirdek aile olarak oluşumumuzu tamamlayacağız.
Bize gelirken yanında sağlık getir bol bol, huzur getir çokça, dünya barışı istesem de olmuyor zaten, birde bir çuval para getirirsen fena olmaz. “İstemem yan cebime koy” demem, özel olarak diktiğim kocaman cebimi açarım sonuna kadar.
Bu arada Ocak ayında başlayacağımız hamile yogası dersleri için şimdiden teşekkürler.
Bir de 2012 Ocak ayında Melihle ikimizin doğumgünü olduğunu söylemiştir, diğer kardeşlerin. Ama bu sene bir sorunumuz var, Melih 30 yaşını üfleyeceği için bildiğin bunalımda. 30 yaş krizi diye bir icat çıkardı. Tutturdu, 1998 yılına dönmek istiyorum diye. Bunun korkulacak bir şey olmadığını ona kanıtlamamız lazım, bundan dolayıdır ki, senin çok çok çok hassas ve fedakar davranman lazım. Sanırım babalık olayı da biraz gerdi benim oğlağımı. Her şey gibi zaman da en iyi ilacı olacak galiba.
Eşsiz olanlara eş, aşksız olanlara aşk, dertlilere deva, hastalara şifa diliyorum.
Bense, sağlıkla casper’ıma kavuşmak istiyorum, bunun dışında bir şey istemiyorum.
Ayrıca sen geliyorsun diye güzel bir sofra hazırlıyoruz. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Az bir şey yapacaktım ama dayanamadım, payıma düşenden fazlasını yapacağım galiba. Napıyım seviyorum. Seni iyi besleyelim ki bize iyi bak, iyi gel, hoş gel.

29 Aralık 2011 Perşembe

Domates yatağında dinlendirilmiş kekikli beyaz peynirli tost

Sulu yemeklerden, pilavlardan, çorbalardan, köftelerden sıkıldığımız bir anda, tam da haftanın ortasında çarşamba günü bizim evde taferik günü. Bu güne öyle saygı duyuyoruz ki, annemler, "kızım bu akşam yemeğe bize gelin, size dünyanın en güzel yemeğini yaptım" dese bile annemlere gitmiyoruz, evde paşa paşa taferiğimizi yiyoruz.
Her gün “bugün akşama ne yapsam, ne yesek” diye düşünüyorum ama söz konusu taferik günü olunca bana bir şevk geliyor, bir zevk geliyor ki sormayın.
Peki nedir bu taferik?
"amaaan bugün canım hiç sulu yemek istemiyor" dediğimiz anda, fazla alengirli pişirme işiyle uğraşmadan, kısa sürede hazırlanan, kahvaltılıklarla desteklenen, lezzetli mi lezzetli doyurucu yemekler diye tanımlayabiliriz.
Taferik adı ise, Ayhan annemden geldi, bizim çarşamba günleri aktivitelerinden bahsederken, yaptığımızın onların yöresinde “taferik” diye adlandırıldığını söyledi. Bizimde uydurmasyon bir o kadar da atmasyon zaman zaman kıvırmasyon yemek günü yerine, taferik günümüz olmuş oldu. Günümüzün adı konmuş oldu.
Mesela dün çarşambaydı, tost çeşitlerinden gittik, Melihe bol kaşarlı sucuklu, bana beyaz peynirli domatesli kekikli. Yanına da taze sıkılmış portakal suyu.
Taferik günlerimizin sipesiyalleri ise şöyle;
-menemen,
-sucuklu yumurta,
-makarna salatası,
-patates kavurması,
-hazır yufkadan gözleme,
-fırında sütlü patates,
-mücver,
-fırından alınan ekmek hamuruyla yapılan pizza,
-aynı hamurdan yapılan hamur kızartması yani “pişi”,
-domates soslu karışık kızartma,
Bunlarla sınırlı kalmayacak tabiî ki kendimizi geliştireceğiz, daha ileriye, daha taferiğe doğru, durmadan yorulmadan ilerleyeceğiz…

19 Aralık 2011 Pazartesi

Let the sun shine in...

...The sun shine in. Güneş çocuklarla dolu bir müzikal. Güneşin esamesinin besame mucholanıp okunmadığı bir günde nerden geldi bu aklıma derseniz eğer, sizi aynadaki aksimi görmeye davet ediyorum.

Saçımı kestirmenin dayanılmaz hafifliği, çok kısa olduğu düşüncesinin tüm damarlarıma işlemesi ile karışınca, Melihin başını yemem farz oldu. Gözlerimin çekikliği ile Çin işkence metodları birleşince, Melihin saçımı beğenmesi de farz oldu.

Kuaförümü seviyorum. Ama fönü istediğim gibi çekmediğinden düğüne ev sahipliği yapan gelinin yengesine benzemiştim. Evdeki saç şekillendirici ile istediğim düzlüğü elde ettim. Böylece beğendirebildim. Haklıydı ama benim beğenmediğimi o niye beğensin.

Benim açımdan ise zaten hormonal değişikliklerin dibine vurmuş durumdayım. Tükürük salgısının artışı sonucu tükürükus dominicusa dönüşmem, boğaz kuruluğu sonucu “Version IV-Marlon Brando 4S 2012” olma yolundaki ilerleyişim, cadı kazanı kaynatan midemin bulantılarım zaten baş tacı, her şey bu yüzden oluyor. Ama her şey “casper” yüzünden oluyor. İyi ki oluyor. Noktacıktı, fındık oldu, fındıktı “Casper” oldu. Şubat ayına kadar Casper olacak adı. İşyerindekiler bilmiyor, onlara da yeniyılda söylerim galiba. Şube de bir bayan olduğu için, erkeklerde muhabbeti fazla uzatmadıkları için, çok zor olmayacak. Mesela bu sabah saçımı gördüler sıhhatler olsun dediler tamam. Fazla uzatmaya gerek yok.

Zaten uzatacak bir saçım kalmadığı için, neyse toparlanalım, tekrar aynı plakı döndürmeye gerek yok. Bu arada evdeki pikap için plak arıyorum. 4 tane plak var şimdilik, en kötü her ay alsak bir tane, 44 tane olur 2-3 seneye. Uyumlu kelimelerime kurban olayım, sendromsuz pazartesilere de kurban olayım, pazartesilere toplantıyla başlamaya da kurban olayım. Ben en iyisi toplantıya katılayım. İyi haftalar.

9 Aralık 2011 Cuma

Mili mili on, Mili mili mili on.

Milyonlarca kar yağdı bu sabah. Hava biraz kırıldı sanki, kuru ayaz bir havadan iyidir karlı hava bence. Karlı hava beraberinde "Kar"amsarlığı, Ef"kar"ı beraberinde getirdi bu sabah. Ayrıca sıradaki na"kar"atı:

Karlar yağıyor.
Cama pıt pıt çarpıyor.
Karakız camdan bakıyor.
Yollar buz tutuyor.
Araba kayıyor.
Eşim bana bakıyor.
Servisle gitseydik diyor.
Diyorumki midem bulanıyor.
Kaşları kalkıyor.
Dudakları bükülüyor.
Buzlu yol bitiyor.
Derin bir nefes veriyor.
İçi biraz rahatlıyor.
Beni işe bırakıyor.
Herşey senin mutluluğun için diyor.
Bu karakız da onu seviyor.
Biliyor ki kocası işyerinde camdan bakıyor.
"Kar"a "kar"a akşam eve dönüşü düşünüyor.
Oysa sabah dediğim gibi öğlen güneş açıyor.
İçin rahat olsun karlar eriyor.






Resim: buradan.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Analitik, Geometrik, Özünde Biyolojik...

İki paralel hayat, aynı günün tarihinde doğmanın tesadüflüğü ile aynı yönde ilerleyen iki paralel hayat. Birbiri ile kavuşuncaya kadar kendi analitik yağlarında kavrulan, kavuştuktan sonra birbirleri ile geometrik kavrulan iki paralel düzlem. Bu paraleller aynı yönde ilerlemeye devam ederken çakışacaklarını hiç düşünmemişlerdi. Çakıştıkları an tek bir çizgi oldukları andı. İkiydiler, bir oldular, elmanın iki yarısıydılar, arkalarında çok ışıklı yollar bıraktılar.

Bir gün aralarında küçük bir nokta olduğunu fark ettiler. Yarısı birine yarısı diğerine aitti. Ama tümü ikisine aitti. İki düzlemin üzerine doğal olarak konan ve ileride sezgisel uzaklık duygusunu gözetecek olan bir noktaydı. Bu noktanın ilerde uzayıp büyüyeceğinin farkına vardılar.

Bu öyle bir noktaydı ki herkesin unvanına yeni bir unvan ekliyordu. Annelerimizi- anneanne ve babaanne, babalarımızı-dede ve büyükbaba, kardeşlerimizi-dayı ve hala, arkadaşlarımızı-teyze ve amca, kayınları yenge ve enişte, anneanne ve babaannelerimizi koca nine yapıyordu.

Bu küçücük nokta büyük bir mucizeydi. Noktalığının aksine onunla her şeye yeni bir başlangıç yapılacaktı. Bu nokta bir şeyin sonunda değil, her şeyin başında kullanılacaktı. Çünkü her şeyin başında o gelecekti. Bu nokta her şeyi nasıl değiştirecekti.

En başta paralelleri… Paraleller şaşkındı. Hangi şekle gireceklerini karıştırdılar. Sevinçten 4 köşe mi, bebeğin içinde büyüyeceği bir küre mi, 3 kişilik olacaklarından bir üçgen mi, daha korunaklı olacağından bir prizma mı?

Hazırlar mıydı yeni unvanlarına, yeni yaşam biçimlerine, yeni sevgi türüne? Sevgi bu noktacığa yetecek miydi? Kişiliği nasıl olacaktı? Kişilikli olarak mı katılacaktı aramıza? Nokta olarak kalmayacaktı elbet. Bir ünlem, bir üç nokta, bir sol anahtarı, bir nota, bir imza. Ama ne zaman hangi şekilde olursa olsun, hep onların noktacıkları olarak kalacaktı… İşte tüm bu soru işaretlerinin arasında bu cevaptan eminlerdi. Onların noktacıkları hep küçük kalacaktı aynı zamanda büyüyen. Hem nokta hem en başta, hiç büyümeyen, hep aralarında…
Resim: etsy

18 Kasım 2011 Cuma

nasıl adamlarıg biz?

Tam bir "Angaralı" filmi, "İncesu çocuklarının" filmi. Çarşamba akşamı Star TV'deydi. Daha önce izlememize rağmen, ezbere bilmemize rağmen yine izledik. Gülmeniz garantili bu filmde. Bazı replikleri dilimize pelesenk olduğundan evde bol bol kullanılıyor. Hatta küçücük biricik yeğenimiz bile bu repliklerden nasibini almıştır. Kendimi onun teyzesi olarak atamamı müteakip, yeğenimizin ilk kelimesinin "dey-ze" olması ile teyzeliğim mıhlanmış oldu, kamera çekimi ile de bunu ıspatlayabiliyorum. Filme dönersek, Tv formatı olduğundan beeeeeep'ten dolayı zevk almazsınız. Orjinalini izlemenizi tavsiye ederim.
Öyle bir haftasonu geçirelim ki, lezzetli kahvaltılardan, arkadaşlarla buluşmaktan, uzun aile yemeklerinden, filmler izlemekten nefes almaya fırsatımız olmasın.
Çevremdeki herkesin haftasonu ile bir beklentisi var, umarım her şey herkesin istediği gibi olur, en iyisinin olması için dua edeceğim. Pin'ciğim özellikle senin için...

17 Kasım 2011 Perşembe

"İstanbul Dreaming"

Sabah "California Dreaming" dinleyerekten hayal kurarken, şehir olarak çok uzağa gitmedim Şehr-i İstanbul'u seçtim. Roma'yı, Paris'i, Barcelona'yı atladığımı zannetmeyin. Hani imkan dahilinde olanları seçeyim deyince elimde bir İstanbul kaldı. En son Mart 2011'de gittiğim aklıma geldi. Kimbilir bir daha ne zaman gidilecekti İstanbul'a? Bu soruya cevap ararken, İstanbul'a gidemiyorsan, sen İstanbul'u getir diyerek aşağıdeki resimleri topladım, Paşabahçe, Evmanya ve Etsy'den. Martılar, Boğaz, Kızkulesi ve Galata kulesini gördükçe içim açıldı, nefes almam netleşti, burnumun ucundan boğazın kokusu geldi geçti.



















14 Kasım 2011 Pazartesi

Villa Mercan

Soğukların hüküm sürdüğü Ankara'da sıcak birşeyler düşünürken aklıma geldi. Kahvaltıları anlatan yazımdan size bir sözüm vardı zaten bu butik oteli anlatmakla ilgili. Arkadaş tavsiyesi ile gittiğimiz Villa Mercan Datça'da... Bu seneki bol konaklamalı, bol arkadaşlı, bol aileli tatilimizin başbaşa geçireliceği ilk durağıydı Datça... Bu nezih durağa yakışan bir konaklama hizmetini ise Villa Mercan verdi bize... Odalar temiz, etraf sessiz sakin, şehirden çokçokçok az uzak. Arabalı gidilirse çok rahat edilir. İşletmeciliğini yapan Çiğdem Hanım ve ailesi bizi her sene oraya geliyormuş gibi bir samimiyetle karşıladı. İki tane villası, toplam 11 odası, havuzu, yemek bölümü ve çeşitli oturma köşelerinin her köşesinde kendilerinden parçaları var. Çiğdem hanımın tabloları ve kedileri süslüyor duvarları, taşları. Ben küçük detayları sevdiğimden dolayı, etraftaki biblolar çok hoşuma gitti.



Bizim kaldığımız odanın bulunduğu villa.
Çiğdem Hamı ikram ettiği Güllü lokum ve kahve eşliğinde butik otelini tanıttı.

Dinlenme köşelerinden 2 demet...


Havuzun kenarındaki kurbağa da en az bizim kadar keyifli... Ama asıl keyif veren şey kahvaltı sofralarıydı, 5 çeşit reçel geliyor biz iki gün kaldık 10 çeşit reçel görmüş olduk, bir de yayla balı... Zaten Datça'nın balı ve bademi meşhur.


Reçellere gelince,ah o reçeller, sol baştan, kayısı, mandalina, hamincir, ayva, çilek. İkinci gün ise cin portakalı, vişne, mürdüm eriği, şeftali ve nar. Peynirler de çeşit çeşit, domates ve biber de bahçeden olunca bize bir tek yemek düşüyor. Kahvaltıları muhteşem, istenirse tam pansiyon kalınıp, leziz yemeklerinden de tadılabilir.Yolcu geldiğimiz han'dan, iki gün içerisinde sanki han'ın bir parçasıymışız gibi uğurlandık, arkamızdan Çiğdem hanımın döktüğü su, buna bir kanıttır. Biz çok memnun kaldık. arkadaşlarla, bir villayı kapatıp eğlen coş hayat boş yapılabilir dedik... Daha fazla resim ve bilgi için tık tık.

11 Kasım 2011 Cuma

11.11.11

bu an bir daha yaşanmayacak. 11 Kasım 2011 saat 11:11. biliyorum hiçbir an bir daha yaşanmayacak ama bu an farklı geldi. tesadüflerin kol gezdiği şu hayatımızda, bir sevindirik sebepçiği oldu. alt dudağımın sarkık durduğu bir günde sebep oldu ne bileyim işte. her hareketin garip geldiği bir günde garip geldi ne bileyim işte. bu aralar sanki hayata oturup dışarıdan bakıyormuş gibi hissediyorum. parktaki bankta oturup etrafı izliyormuş gibi hissediyorum. ne bileyim işte öyle hissediyorum.

3 Kasım 2011 Perşembe

"NORTH"WORK

Kuzey... Garip Kuzey, Naçar Kuzey, Çilekeş Kuzey... sen de olmasan çarşamba akşamımızı kim "çaça.salsa.rumba" haline dönüştürecek, kim kollarını aça aça yürüyecek İstanbul sokaklarında, kim aynı kollarla vapur jetonu alacak, kim cep telefonunu sadece işaret parmağı ile tutacak, kim dolmuşa binerken 15 kişiye yol verecek, kim kafasını duvarlara vuracak, kim cüssesine bakmadan karşısına gelen herkesi tehdit edecek, kim Kuzey kim?

İş dünyasına atılma girişimlerinin 10946.ncısı olan sende bol olan sıfır sermaye ile networklerin deryasında, takım elbise ile yüzerken, saadet zincirlerine halka halka kadınlardan oluşan takım arkdaşlarını ekleme yolunda "rastgele" dileklerimi bildirmeyi bir borç bilirim. Aman da aman! Kuzey iş bulmuş ta, çalışırmış ta, işi büyütme hayalleri kurarmış ta, ondan daha deneyimli olan adamın taklidini yaparmış ta... Hangi duygu içine gireyim Kuzey? Saçlarını yana ayırman neticesinde sana bir koli briyantin alma hissinin doğmasına mı şaşırayım, içinde sakladığın şevkat duygusunu nadiren gösterdiğin anlardan olan çiçekçi teyzeye krem sürmene mi gözlerimi belerteyim, bir Türk dizi kanunu olan "genç kız en fazla iki bölümde hamile kalamazsa paranız iade" kampanyası sonucunda baba olmana mı yanayım, hangi duygu içine gireceğimi bilemedim inanır mısın?

O kötü adama bulaşma diyeceğim ama dinlemiyeceksin? Duvara kafa ata ata gittin adamın yanına ya? Konu Cemre olunca senin için gerisi dünyanın diğer kalanı ile harp, kan ve gözyaşı aşaması oluyor ya? Başına en deneyimli çilingirin dahi açamayacağı ne kadar alengirli iş geliyorsa onun yüzünden geliyor? Biliyorum yine dinlemeyeceksin beni çünkü sen Cemreyi soyu tükenen "Paçalı gorgetli sinekkuşu" gibi göğsünde bulunan bizim kalp dediğimiz kafeste koruma altına almışsın bi kere. Ama o kuş senin gögüs kafesini gagalıyor, delik deşik ediyor, senin üzülmene neden oluyor.

Sen hiç hiç üzülme Kuzey, zaten "çok sev"iyorsun ama çok çok kazan, çok çok gül bir de ağzına lokma girmiyor çok çok ye.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Evvel zaman içinde...

Uzak diyarların ötesinde, yüksek dağların ardında, doğu ile batı arasında üç denizin ortasında bir ülke varmış. Vatandaşları tarafından tutkuyla sevilen güzel ve yalnız bir ülkeymiş. İçi kocaman yürekli insanlarla doluymuş. Üç tarafı denizlerle çevrili olduğundan mıdır bilinmez, çok taraflı düşünceler ve kültürlerle bir araya gelmiş insanlarmış. Yürekleri kocaman olduğundan mıdır bilinmez milyonlarca duyguyu barındırabiliyormuş.
Bazen binlerce gülücük oluyorlarmış, bazense milyonlarca gözyaşı akıtıyorlarmış,
Bazen “bu ülke çekilmez” deyip yurtdışına gitmenin yollarını arıyorlarmış, bazense dünyanın her yerini gördükten sonra “en güzel benim ülkem” diyorlarmış,
Bazen hayatın zorluklarına karşı iflas bayrağını çekmelerine ramak kalıyormuş, bazense aynı hayatın aynı zorluklarına karşı tek bir demirbilek oluyorlarmış,
Bazen en ufak bir sarsıntıyla ayrı kutuplara düşüp farklı görüşlere sahip oluyorlarmış, bazense büyük bir sarsıntı karşısında kenetlenerek aynı yöne bakmayı başarıyorlarmış,
Bazen güneşin doğduğu yöne çeviriyorlarmış başlarını, bazense güneşin hiç batmadığı batıya doğru ilerliyorlarmış,
Bazen yatırımı toprak üstüne yapmak için ağaçları kesip binalar yapıyorlarmış kendilerine, bazense "hatıra ormanı" yapıyorlarmış ormanları hatıralarda bırakmak için,
Bazen aynayı kendilerine çeviriyorlarmış, bazense iğneyi kendilerine çuvaldızı başkanlarına batırabiliyorlarmış,
Bazen saman alevi gibi tutuşurlarmış, bazense bir ton benzin dahi onları yakamazmış,
Bazen kudrete muhtaç olurlarmış, bazense damarlarındaki asil kanın mevcutiyetini unuturlarmış,
Bazen oturan bir koyun oluyorlarmış Van Gölü gibi, bazense bir timsaha dönüşüyorlarmış Marmara Denizi gibi,
Bazen annesiz kalıyorlarmış öyle yetimcesine, bazense hiçbir şeyleri yoksa verecek, sütlerini bağışlayabiliyorlarmış yetim kalan çocukları emzirircesine,
Bazen öyle bir “sus”arlarmış ki, kemiğe dayanan bıçak, o mumlanmış ağızları bile açamazmış, bazense öyle bir çığlık atarlarmış ki çatlayan ses tellerinin hakkını verirmişcesine dağların ardındaki sağır sultanlar bile duyarmış.

23 Ekim 2011 Pazar

Oğlağından Dedesine Mektup

Benim de böyle bir resmim olsun dediğim bir resim. Senin "çebiş oğlağım, dobuş oğlağım" diye sevdiğin oğlağını öperken... Beni de bir şey yerken gördüğünde küçük lokmalarımdan ve bitmeyen çiğnemelerimden dolayı aynı hitapta bulunurdun. Oğlak burcu olduğumu bile bile...

Bir oğlak bulayım, öpeyim onu senin öptüğün gibi... Aynı resimde buluşuruz belki tekrardan... Keşke... Oradaki oğlak olasım geliyor... Gerçi bizimde var seninle dudak dudağa resmimiz beraber geçirdiğimiz son doğumgünümde... Hani kucağına oturduğum resim... Ismarladığın son ahududulu çikolatalı pastayı yedikten sonra çekilen resim.. Beni Melihe "veremeyişinden" 3 hafta önceki resim... Ayrılmadığımız resim... Mıhlandığımız resim...

Bugün 2 yıl bitti. öksürüyorum bugün hep. nedeni boğazımdaki dedesizlik yumrusu. senden erken ayrıldım. 23 ekimde ayrıldım... mevsimlerden sonbahardı. Hem bahardı hem sondu hem ekimdi. sanki dün kaybetmişim gibi seni... hala taze... hala diken diken kalbimin üstü. ama içi seninle dolu olduğundan acıtamaz dikenler kalbimi.

Sen hayatta olsaydın, Hüseyin Dedem de olsaydı, annemle babamın başına o kaza gelmeseydi, hepsi aynı anda olamıyor mu? olmuyormuş...

Seni çok özlüyorum dedecim... Çok seviyorum... Adını Ali Can yaşatıyor, hem Ali hem Can hem kardeşim hem de sen...

Daha tuğlalıyken işçiliğini beğendiğin yazlığına gittik bu yaz damadınla... Balkonda ayakta beyaz saçlı pamuk babaannem karşıladı bizi, bu sefer yanı boştu. “Nerde kaldınız yavvv!” diye bağıran bir boşluk. Babaannemin gözlerini dolduran bir boşluk. Babaannemden sonra sarıldığım bir boşluk. Öpücüklere boğduğum bir boşluk. Beni melihten kıskanan bir boşluk. Tam da o balkonda aramıza bir erkek girmesinden kaynaklanan kıskançlığını itiraf eden bir boşluk. O balkondaki salıncakta sallanan bir boşluk.

Ameliyatlarından dolayı denize giremediğinden kumsalın kenarına otururdun ya, ben de yanına ilişirdim ya hep, minik dalgalarında arasından çakıl taşlarını toplardın ya hep... Küçükleri denizde sektirip, büyük olanlarını babaanneme armağan ederdin ya, dolmaların üzerine koyması için... Bizde deniz kenarında oturduk damadınla, taş sektirdik. Melih’in kulağını “dedemle şunları yapardık, bunları yerdik, onları söylerdik” cümleleri ile doldurdum.

Ben bu yaz o boşluğu doldurmaya çalıştım. Bir türlü dolduramadığım bir boşluğu. Ne kadar büyük bir boşluğu. Yutkunmakta zorlandığım boşluğu.

Bayram arifesinde ise o boşluğun anıtını ziyaret ettik damadınla, “babaların babası,mekanın cennet olsun” diye kısa bir cümle ile ifade ettiğim boşluğu. Mezar taşının soğukluğunu ısıtmak için ancak bir kitap yazılması gereken boşluğu. Kuru toprağını serinletmek için suladık, sana kana kana su içiriyormuş niyetiyle. Cennetteki ırmakların kenarında olman için dua ederek. Hayatın gerçeği diyerek, her nefis gibi bu dünyadan gideceğiz diyerek. Bir dahaki sefere “süsen tohumu” getirelim diyerek, çiçeksiz kalmış toprağını görerek.

Senin izlediğini bile bile hiç durmadan anlatıyorum, çünkü seninle konuşmalarımızı çok özlüyorum. Ne kadar çok anı bırakmışsın bana, hep kendini bırakmışsın bana. Geçen hafta göz ameliyatı oldum, göz damlalarımın saatlerini takip etmek için elime rastgele bir defter aldım, sayfalarına bakayım dedim, seni bizden alan hastalığın dönemindeki ilaçlarını da o deftere yazmışız… heryerde buluşuyoruz seninle, hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde, defterde kalemde, ankarada istanbulda, akçayda korgunda, salonda benim odamda, hiç göremediğin evimde salonun köşesindeki resimlerde, kucağında benim bebekliğimle, her gören resimlerin önünde seni anıyor rahmetle, heryerdesin hep aklımdasın inan. dilimden düşürmüyorum inan. çok özleniyorsun inan.

19 Ekim 2011 Çarşamba

deneyim denemeyin...

Göz ameliyatı olmam, bu sabah hazırlanırken, tarağımın elimden uçup açık olan klozet kapağından içeri düşmesini engelleyemedi...

Gözlükleri, lensleri attım ama sakar tekeliğimi atamadım üzerimden... Göz görür, sakarlık baki kalır.

İyi bir hafta geçiriyoruzdur umarım, yarısı bitti bugün çarşamba, cumaya iki kala, havalar Ankarada bildiğiniz "kışyarı" kıvamında olmuş. Eeee ne demişler, Ankaranın ayazı, gelemez bir türlü mevsimlerden yazı, bu sefer kısacık olsun bu yazı,kuruyan gözlerime günde 4 damla suni gözyaşı...

12 Ekim 2011 Çarşamba

Sen o kadar bir şey söylemeden gidersin ki; üstüne milyonlarca bir şey söylenir.

Bu söz beni bırakıp giden şemsiyeme gitsin. Sen misin şemsiyesini servisin koltuğunda unutan diye yağmur damlaları küfretti bana sabah sabah. Yüzüme tükürdüler resmen. Oysa ben seviyordum sizi be… severim yağmur damlalarını. Esmer olmamdan dolayı yağmur yağarken seller akarken “o camdan bakan arap kızı” bendim, o cıngıldaki bendim yahu… ben yağmur yağarken tek şemsiye altında yürümenin zorluğuna rağmen sevgilimle elele yürüme ihtimalini sevdim yahu…

Bu kadar sitem yeter sıra geldi, teşekkürlerimi sunmaya…
*Arkamda bıraktığım bankanın su geçirmez bezden torbasının beni yağmurdan korumasını ironilerin kraliçesi seçiyorum.
*O torbayı tutan ellerimden montumun geniş kollarını fırsat bilerek hiç zaman kaybetmeden dirseklerime kadar inen yağmur damlalarını da buradan ayrıca takdir etmek istiyorum.
* Kendimi ıslak kedi gibi hissetmem sonucunda yolda gördüğüm 5 köpeğe siper almamla, o köpekciklerin kendi gailelerinde olduklarından beni umursamamalarına ise şükranlar sunuyorum.
*Ayrıca her şerde bir hayır vardır diyerek, zaten şemsiyem küçük geliyordu diyerek, yağan yağmura inat, öğle yemeğinde sakarya’da tesadüf eseri gördüğüm ve tüm itirazlara rağmen aldığım gökkuşağı desenli şemsiyeye benim olduğu için teşekkür ediyorum.
*Son bir tebrik ve müteşekkir yağmuru da, bu kadar seller sular içinde evvel zahir zamandan beri babet giymekte ısrar eden bu akıllı mı akıllı kafacığıma ve bu zeka dolu hareket karşısında ıslanan paçalarıma gelsin.
Bir de konuyla ilgili “İncir Reçeli”nden bir replik gelsin… Hatta sana gelen bana gelsin. Hatta bir replik de yazımızın başlığını oluştursun…
“Ben insanları arabanın camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. Bazen, bir damla aşağı doğru kayarken, başka bir damlaya karışıp, güçlenerek daha hızlı ilerler. Ben de sana karıştım aşkım. İnsanlar acımasız, savurgan. Hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. Bir gün, şoförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar.”

11 Ekim 2011 Salı

işte öyle bir şey

Haftasonunun gelmesini dörtgözle beklersin ya,
Kardeşinle bir cumartesi kahvaltısı planı yaparsın ya,
Sevdiğinin annesi ve babası geliyor diye hazırlık yaparsın ya,
Cumartesi hava çok güzel diye sevinirsin ya,
Gözümdeki pıtırcık geçti diye için rahatlar ya,

Sonra melihin hastalanır ya,
Kahvaltı suya düşer ya,
Ağzına bir lokma bir şey girmez ya,
Sürekli üşür ve titrer ya,
2 şişe serumu içer ya,
Sen ona yoğurtlu naneli çorba yaparsın ya,
Ateşi yükselir ya,

Akşama doğru biraz ayaklanır ya,
Kardeşin sabah görüşemedik diye akşam eve gelir ya,
Elinde de 2 tane plak olur ya,
Çay demi ve kakaolu kek ile güzel bir sohbet ortamı oluşur ya,

Pazar sabahı melih iyileşir ya,
Tekrar gülücükler kondurur ya,
Hani içine soğuk su serpilir ya,
Dışarıda hava durumu da yağmur serper ya,
Pazar günü için düşünülen gezi planı iptal edilir ya,
2 haftadır “planladığım” haftasonu hiç planladığın gibi geçmez ya,
İşte öyle bir şeydi bu haftasonumuz…

“Tanrıyı güldürmek istiyorsan, ona planlarından bahset.”
Amores Perros (2000)…

10 Ekim 2011 Pazartesi

optik

bu aralar kafamda dolaşan soru budur...

7 Ekim 2011 Cuma

Benu-l A'yan

Bu haftasonu, kardeşim geliyor, benu-l a'yan’ım geliyor, ela gözlüm geliyor, cumartesi sabahı kahvaltısına geliyor, ablasının portakallı pancakelerini yemeye geliyor, annesinin yemeklerini yemeye geliyor, babası ile teknoloji paylaşımı yapmaya geliyor, sadece 2 günlüğüne geliyor, pazar günü gidiyor, dudaklarımızı büktürüyor, ablası onu çok özlüyor, herkese sevdikleriyle güzel yoğun bir haftasonu diliyor…

5 Ekim 2011 Çarşamba

küskün

Sonbahar demek,
Kalın çorap ile babet giymek demek,
Belki şort ile giymek demek,
İnce bir mont demek,
Boyundaki şal demek,
Sıcak sütlü kahve demek,
Dökülen yapraklar demek,
Serin güneşli havalar demek,
O havalarda yürüyüş yapmak demek,
Çantaya minik bir şemsiye koymak demek,
Nar, elma, mandalina, muz yemek demek,
Palamut ve lüfer yemek demek,
Toprak renkleri demek…
Hem bahar hem son demek…
Baharının yanında yaz mevsiminin sonu demek,
Bütün bu hoşluğun yanında,
Konu ben olunca,
Her yıl ekim ayındaki göz kontrolü demek…
Yapraklar gibi gözümün de kuruması demek…
Günde gözüme 12 damla demek…
Akşam yatmadan terramycin sürmek demek…
Lenslere veda demek…
Belki laser ameliyatı demek…
Bekleyiş demek…Yağmurlu hava ihtimalinin olması...
Belki gözlerin hemen dolması demek…
Alt dudağın sarkması demek…
Bugün küskünüz demek…
Biraz huysuzuz demek…

30 Eylül 2011 Cuma

bir avuç...

Haftasonuna vardık,
Bugün cumaydık,
Yarın neydik ne olduk,
Birdik iki olduk,
İyiki olduk, ne güzel olduk,
Çoştukça çoştuk,
Koptukça koptuk,
Dünyayı unuttuk,
Birden kör olduk,
Aniden kaybolduk,
Gökyüzünde uçuyorduk,
Birbirimizi görmüyorduk,
Sadece beyazı görüyorduk,
Sonra kendimizi yerde bulduk,
Ormandık belki musonduk,
Kaplumbağanın sırtındaki kabuk,
Tavşanın elindeki havuçtuk,
Karga gibi dala konduk,
Tilki gibi bir dalkavuk,
Böcektik belki “Ağustos”tuk,
Karıncaydık belki yorulduk,
Dinlendiğimiz yer ağaçtaki kovuk,
Birbirimizi bulduk,
“Al”dık,Morduk,”Pul”duk,
Tekrar mutluyduk,
Önceden mutlu muyduk?
Birbirimize bunu sorduk,
Peki cevabını ne bulduk,
Ellerimizde bir yokluk,
Gözlerimizde bir boşluk,
Başıbaşa koyduk,
Gözlerimizi doldurduk,
Güneşe doğru durduk,
Yandık yandık tutuştuk,
Birbirimizle kavrulduk,
Arkamıza baktık küldük,
Rüzgar esti savrulduk,
Yağmur yağdı çamurduk,
Karyağdı kartopuyduk,
Sonbahardaki sonduk,
İlkbahardaki tomurcuk,
Onuncu köyden de kovulduk,
Ne umduk ne bulduk,
Damarlarımızı doldurduk,
Kanlarımızı dondurduk,
Zamanı durdurduk,
Nehrin kenarında oturduk,
Sular aktı oluk oluk,
Oysa zamanı durdurmuştuk,
İki avuç suyduk,
İçtik içtik doyduk,
Elele tutuştuk,
Bir mutluluktuk,
Sadece bir avuçtuk.

29 Eylül 2011 Perşembe

A'dan Z'ye

O nasıl bir kitaptı öyle. Biter bitmez “ben bu yazarın yazdığı her şeyi okumalıyım” hissine yakalanıyorsunuz.. Hakan Günday, kitabın adını yazarken bile, o “AZ” kelimeciğine bir sürü dünya sığdırmış. O bir sürü dünyaya bir sürü insan sığdırmış, kitabı okurken benzersiz söz öbeklerinin oluşturduğu cümleleri bir kenara not alasınız geliyor ama kitabın akıcılığından çok uzaklaşmamak için, “melihcim sen okurken not almayı unutma” nasihatında bulunuyorsunuz; kitabı okuduktan sonra ise, önce bir kalıyorsunuz, sonra anlıyorsunuz birlikte kaldığınız kişinin kendiniz olduğunu… Kendinizi ne kadar az tanıyabileceğinizi, size en uzak yerin aslında sırtınız olduğunu (bu cümle de bir filmde ya da kitapta geçiyordu ama unuttum)… Yudum, yazarı önce keşfettiği için ona saygı duyuyorsunuz, sonra Yudum’a çok teşekkür ediyorsunuz yazarla tanıştırıldığınız için, sonra üzülüyorsunuz 11 yıl sonra tanıdığınız için… Sonra internetten sipariş veriyorsunuz kitapları… Sırada “Azil”, “Piç” ve “Kinyas ve Kayra” var…

27 Eylül 2011 Salı

palamut kapıyı bir kere çaldı.

Akşam evde yemek yaparken, yeşil mercimekli bulgur pilavını yapıp dinlenmeye bıraktıktan sonra kendisinden çok önce başlamış olduğum diğer sulu yemeğin düdüklü tencerenin tüm olanaklarını kullanmama rağmen yarım saat daha pişmesi gerektiğini düşündüğüm anda, karşı komşumun adı gibi "melek" davranışının bir sonucu olarak zilimizi çalan tabaktaki iki kişilik hazırlanmış "hızır" soslu kızarmış palamutu elimden zarifçe sofraya bıraktım. Mutluluktan pişen yemeğin altını kısıp, "istersen bir saatte piş..."dileklerimi yolladıktan sonra balığımızı ve yanına yakışan bulgur pilavımızı afiyetle yedik.

şimdi ben meleklere inanmayım da napayım?
en iyisi akşama güzel bir kek yapıp meleğimin tabağını dolu dolu geri vereyim...

26 Eylül 2011 Pazartesi

baykuş-u tiryaki















Haftasonu Bolu-Gölcük'e gittik... Çok beğendim... Abantı görmedim ama oradan güzel dediler… Kuş gibi uçtum uçtum...
Kuş demişken, bu aralar baykuş takıntısı var bende... Özellikle takılarda, tişörtlerde ve ev aksesuarlarında. Kelebek out baykuş in. Alışveriş sepetim bunlarla doldu, ama almıyorum, sadece sepetime ekledim. Almış gibi oluyorum o zaman. Ayakkabıyı deneyince almış gibi ol-u-ruz yaaa... diyecektim ki öyle olması imkansız ayakkabılar için özellikle. Dilekolay tam tamına 58 gün oldu bugün kıyafet veya ayakkabı veya aksesuar almayalı. En son aldığım şey kyo'dan bikini üstü ki o da 3 bikinim ile kombine edilebiliyor.

Neyse baykuşlarıma gelelim, alışverişi sokunca araya o yola sapasım geldi, baykuşlarımı unuttum, şeytantüyü var bu alışveriş olayında. İşte benim çizdiğim baykuşlar yukarıda, amatörce paint'te bir şeyler karalıyorum işte... Baykuşa benzedikleri de tartışmaya açıktır.

Cumartesi gezdim gördüm, Pazar sabahı lezzetli bir kahvaltı yaptım, evde dinlendim, temizlik yaptım, saat 16:00 da Melihin arkadaşı aradı Eymir'de bisiklet fikriyle. Sabahtan beri evde olan benim hemen kabul naraları ile atlamamla pazar günü o saatte çok kalabalık olacağını düşünmem bir oldu. Ama bir kere gidelim demiştik. Eymirde rahat bisiklete binmek istiyorsanız, sabahları idealdir, ama cumartesi sabahı en idealist saattir. Araba yok denecek kadar az oluyor. Bizim favori saatimiz. Dün gittiğimiz saat 17:00 ile 19:00 arasıydı ki offfff... Arabalar dizili, insalar dizili, çok kalabalıktı çok. Gezmeye ve yürümeye gitsem çok rahatsız olmam ama bisiklet sürerken çok sıkıntı oldu. Bir de bisiklet kiralama olayını çıkarmışlar ki bu benim hiç hoşuma gitmedi. Aklı başında insanlar binebildiği gibi, 5 tane erkek kotlarla, gömleklerle ve kösele ayakkabılarla bağıra bağıra bisiklete binmiş olarak karşınıza çıkabiliyor. Çok kötü bir görüntü. Burası bizim çıkın gidin burdan diye bağırasım geldi. Neyse sonuçta vakit geçirdik, ama çok yorucu oldu. Bir daha o saatte nayır nolamaz... İyi Haftalar, Haftasonuna çabuk varmalar...

23 Eylül 2011 Cuma

Ali Can...



O güzel yüzü hiç değişmedi benim biricik kardeşimin...
Ben karakızken o kumral ela gözlü olan oldu…
Benim bebekliğimden güzeldi onun bebekliği...
Babam öyle der... O doğduğunda "oğlum oldu" demiş babam...
Babasının oğlu... Mühendisin mühendis oğlu...
O eve geldiğinde kimseyi sevdirmek istememişim, o güne kadar hep ben sevildiğimden...
Onu sevmeyin beni sevin demek istememden...
Ama onu ben herkesten çok sevdim... Ama çok da kıskandım...
O beni hiç kıskanmaz... Tabağımdaki makarna hariç...
En sevdiği yemek makarna... Bana bile yapmasını o öğretti…
Ben de ona bisiklete binmeyi öğrettim...
Çekirdek çıtlarken ayçekirdeklerinin içlerini biriktirirdi toplu yemek için...
Sonra ben elinden birazını alırdım, çok acımasızdım.
Bazen ikimizin de acımasız olduğu zamanlar oluyordu.
Annemin bir yaz günü akşam yemeği için yaptığı karışık kızartmanın hepsini ama hepsini yemiştik annemi ve babamı düşünmeden...
Annem bir daha yapmıştı... Utanmadan ondan da yemiştik...
Kartopu oynamaya çıktığımızda, hep en büyük kartoplarını o yapardı...
Ben de hep ağaçtaki karları silkelerdim üzerine...
Ipıslak ve buz gibi olduktan sonra evin köşesindeki kaloriferde bulurduk kendimizi...
Ankara'nın denizsiz olmasına aldırmadan, mayolu serçeler gibi küçücük küvette çırpındık...
Birbirimizin en iyi arkadaşı olduk, o omuz hep yanıbaşımdaydı…
Hep rahat hep güvenli…
Müzik ve tiyatroyu ikimizde çok severiz ama hayata geçiren ilk o oldu...
Lisede rol aldığı tiyatro oyununun çıkışında çok başarılı geçtiğinden, sevinçten gözleri doldu...
Batari kursuna gitti, o ellerin hareketliliğini iyi değerlendirdi...
Sandalyeler ve kumandalar rahaaat bir nefes aldı.
İstanbul’u çok sevdik ikimizde ama orada okuyan ve çalışan o oldu…
“Anne ben o şehirde kırmızı converse giyemem” dedi ve o şehre gitmedi,
Babası ile aynı Üniversiteyi okuduğu İstanbul’a gitti…
Dedem ve babaannemle oturdu. 3 taş birden vurma işi bana düştü.
Sabahları Babaannemle, öğlen Dedemle, akşamüstü Kardeşimle.
“Abla aynı günde hem Bahariye’ye hem Moda’ya hem Ortaköy’e hem Taksim’e gidilir mi?”
Gidilirdi, hep gittik…Daha çok gideceğiz...
Gerçi ikimizin çıktığı yolculuklar aksiyon dolu oldu...
Nice yerler görelim, nice yaşlar görelim hep birlikte, hep sağlıkla…
Hayallerimizle büyüdük, hayaller hep var, hala büyüyoruz, hala hayal kuruyoruz…
İyiki doğdun kardeşim, pamuğum, karaablasının beyaztenlisi…
Her zamanki gibi bastırarak ve sertçe öperim o yanaklarından...Bugün olan olaylar için bir araştırma yaptım canım kardeşim... (yoo buradan baktım)
Doğumlar:
1930-Ray Charles
1943-Julio İglesias
Olaylar:
1846-Neptün gezegeni'nin keşfi
1993-Michael Jackson Türkiye'de konser verdi.
Özel Günler:
Ekinoks
Sonbahar'ın Başlangıcı
Dünya Otomobilsiz yaşam günü

22 Eylül 2011 Perşembe

huysuz çeşnili siyah beyaz bir tatlı

Fon da Müzeyyen Senar üstadımdan bu şarkı çalarken; birden yazasım geldi. Aslında her zaman yazasım var da bu güzel bir bahanesi olsun. Nasıl sonlanacağını bilemediğim bir yazı... Huysuzum ama tatlıyım. Zaten tatlı olmasam huysuzluğum çekilmez. Ani patlamalarım, sonrasında sönmelerim, alt dudağımı sarkıtmalarım, kaşlarımı çatmalarım, avaz avaz bağırmalarım, sonraki susmalarım, ağzımı kemik açmamalarım, saçmalamalarım, kabul etmemelerim, keçiliğim, tekeliğim, çingeneliğim çekilmez. İçinde fren barındıran çılgınlıklarım. (benim “hayat “fren”dim”) İçinde tatlılık barındıran bir huysuzluk benimkisi. Mesela bir fasıl gecesi Melihin bana armağan ettiği “Huysuz ve Tatlı Kadın” eserine benim “Kahverengi Gözlerin” ile yanıt verebilme benimkisi.

Hayat tüm zıtlıklarıyla devam ediyor. Zıtlıklar çıkış noktasıdır. İyi kötü, siyah beyaz, gece gündüz, savaş barış, aç tok, sıcak soğuk, mutlu mutsuz, zengin fakir… Onların oluşturduğu ara yoldur bizim hayat öykümüz. Taaa ortaokulda yazdığım bir komposizyon vardı. “ying ve yang”. Edebiyat öğretmenim çok beğenmişti. Ama onda kaldı. Keşke bir örneğini alsaydım. Yazımın tek kusuru küçük r harflerimin büyük R olarak yazılmasıydı. Bir de Yudumla lisede yaptığımız çuvalişi örümcek ağımız sergilendiği için kalmıştı okulda, ona da çok üzülürüm.
Bir de yitip gidenlerin arasında bizim evde bir zamanlar “ağlayan çocuk” resmi vardı. Onu attı mı ne yaptı annecim bilmiyorum ama ben severdim, burnumun direği sızlasa ona biraz bakmamla gözyaşlarımın gelmesi arasında bir paralellik vardı. Eve isteyerek göz yaşı sokulur mu?
Mutsuzluk yerine mutluluğun resmini asalım evimizin duvarına. Resme baktığımda yüzüme gülümseme geliyor, 6 çocuk çok fazla ama 4 çocuk yapasım geliyor, tüm zorluğuna rağmen sobalı bir evde oturasım geliyor... Bu resmin yapbozu varmış, alıp, yapıp, çerçeveletip, evimizin duvarına asmak istiyorum. Düşüncesi bile mutlu ediyor, demek gerçek olsa bildiğin havalara uçucam…

Hoşunuza gidebilecek yazılar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...